Yosun Korutürk Özel Ant Lisesi 11. Sınıf
Cinsiyet : Mesaj Sayısı : 1 Points : 4 Doğum tarihi : 14/10/93 Kayıt tarihi : 08/08/10 Yaş : 30
Kişi sayfası Rp Puanı: (81/100)
| Konu: Yosun ~ Paz Ağus. 08, 2010 11:52 pm | |
| * Ad-Soyad: Yosun Korutürk * Kişisel Özellikler: Kimseyi takmaz, tam bir 'anı yaşa' insanıdır. Uyuşturucu ya da sigara kullanmaz ama alkolsüz yapamaz. Partileri, çılgınca yaşamayı, dağıtmayı, istediğini yapmayı sever. Bir şeyi nadiren tutkuyla ister ve istediğinde de kesinlikle elde eder. Hemen her şeyden çabuk sıkılır, insanlar hariç. Çocukluğunda sıradan bir aileyle büyümüşse de büyükbabasının ölümüyle büyük bir miras sahibi olmuşlardır. Küçükken utangaç ve ürkek biriyken, şimdi tüm bunları aşmıştır. Geçmişteki pasif yaşantısının acısını çıkarmak için elinden geleni yapar. Çabuk etkilenir, ruh hali çabuk değişir. Bir an çocuk gibi neşeliyken, bir an buz kraliçesi kadar soğuk olabilir. * Aile Geçmişi: Anne ve babası severek evlenmiş. Hala birlikteler. Dedesinden gelen miras sayesinde, eskisinden çok daha zenginler. * Ünlünüz: Miss Mosh [Özel Model] * İstediğiniz Rütbe: Ro puanının yettiği en büyük sınıf. * Örnek Role Play: İki tane var. Eğer sorun olucaksa tek birine bağlı kalınarak da puanlanabilir, fark etmez. Ayrıca forumda fazla renk yok o yüzden renklendirmem kötü oldu baya. - Spoiler:
1789, İngiltere Karakter: Charlotte, 16
Sarhoş gibi, yüzünde mayışık bir gülümseme, bana doğru yürüyordu. Beni tanıyıp tanımadığını merak ettim. Yüzüme baktığından bile emin değildim, ki baksa bile böylesine sallanırken beni net bir şekilde görmesi imkansızdı. Gök mavisi ve derin göğüs dekolteli elbiseme uyan şapkamı daha da aşağı çektim. Fransız tarzı olduğundan, ne kadar çekersem çekeyim yüzümü saklayabilmekten acizdim. Bu elbiseyi seçtiğim için bir kez daha lanet okuduktan sonra bir zamanlar babam olduğunu sandığım adama yaklaşmak için kıpırdandım. Duvarlarda, yerlerde, ne olduğunu anlayamadığım lekeler, yerin duvarla birleştiği yerlerdeyse toz topakları vardı. Bir sürü güzel tablo vardı ama çoğu örümcek ağlarının kurbanı olmuştu. Kırmızı ve siyahtan oluşan hoş bir ambiyansı olmasına rağmen, zamanla siyahlar griye, kırmızılarsa kahverengiye dönmüş gibiydi. Uzun zamandır oturulmamışa benzeyen koltukların kumaşları eskimiş ve yırtılmıştı. Bana kalsa bu izbe yerde hiç durmaz kaçardım, ama bu konuşmayı eninde sonunda yapmak zorunda kalacaktım.
"Bayım," dedim, beklediğimden de sakin bir sesle. "Size evinize kadar eşlik edeyim. Hem biraz dinlenir, hem de biraz sıcak bira içersiniz. Eminim eşiniz ve çocuklarınız da buna oldukça memnun olacaktır. Kendinizi onlardan daha fazla esirgeyemezsiniz. "
Doğru şeyler söylemiş olmalıyım ki, bir an kafası karışmış gibi baktı.
"Ah, evet. Çocuklarım, babaları Normandiya Dükü'nü çok özlemişlerdir."
Ona çocuklarının ya da karısının onu hiç özlemediklerini söylemeyecektim. Normandiya Dükü olmadığınıysa belki küçük malikanemize vardığında fark ederdi. Fark etmese bile, sonunda birilerinin babamı bu konuda aydınlatacağını düşündüm. Ne önemi vardı ki? Kapıya doğru yürümesini bekledim, ama ne yapması gerektiğini anlamışa benzemediğinden onu çekiştirerek çıkarmak zorunda kaldım.
Kapıda abimi gördüğümde şok olmuştum, ama aynı zamanda bu işi tek başıma yapmak istemediğimden rahatlamıştım da.
"Ne? Bana öyle bakma. Eve dönüp dönmemen umurumda bile değil. Sadece babamı elinden kaçırıp bu karmakarışık şehirde kaybetmemen için geldim."
~
Tren garına vardığımızda elbisemin dantel yakası terden sırılsıklam olmuştu. Abimin ve babamın hızlı adımlarına yetişmeye çalışırken, onların uzun bacaklarına sahip olmadığım için onlardan on kat daha fazla adım atmam gerekiyordu. Abim aceleyle bilet almaya gitti ve bana babamı 7. perona götürmemi söyledi. Tuhaf hareketleri yüzünden rezil olmamak için babamdan biraz uzaklaştım ama tabii ki onu gözümden kaybetmeyecektim.
Az sonra, sıkıntıyla etrafa bakınırken Fransızca sınıfımdan Thomas'ı gördüm. Yaşlı bir bayanla ona yardım etmek istercesine konuşuyordu ama bayan yardımını reddeder gibiydi. Sonra Thomas'ın bıçağının ucunu gösterdiğini ve bayanın telaşla kafasını salladığını gördüm. Bıçağının? Tanrım, bir günde saklamam mümkün olmayacak kadar çok sırra tanıklık etmiştim. Daha fazlasını istemiyordum. Onu görmemiş gibi yapacaktım, belki de yaşlı bayan büyükannesiydi ve o da bayana aile yadigarlarına ne kadar iyi baktığını göstermek istemişti.
Ama Thomas beni fark etmiş olmalıydı, çünkü bu olaydan yaklaşık on saniye sonra ne demek istediğini anlamak için çok zeki olmanıza gerek kalmayacak kadar öfkeli bir halde bana baktı. Gözlerinde daha önce hiç görmediğim bir şey vardı. Uçsuz bucaksız ve keskin öfkesinden kaçmak için başımı önüme eğip eldivenimdeki iplikler dünyanın en önemli şeyleriymiş gibi onlara bakmaya koyuldum. Thomas vazgeçmiş değildi; az sonra yanıma gelerek sanki orada değilmişim gibi, yüzüme bakmadan benimle konuşmaya başladı.
"Hey, Charlotte. Bu gün güzelliğinle boy ölçüşemeyecek kadar, ama yine de oldukça güzel bir gün ve sen de dikkat çekici hiçbir şey görmedin, değil mi?"
Bileğimi sıkıca kavradı. Kısa olmalarına rağmen tırnakları derime batarak canımı acıtıyordu. Ve ben de bu durumdan en az günün güzelliği kadar rahatsızdım.
"Dikkatli baktığımı söyleyemem, belki de gözümden kaçan birkaç serseri vardır."
Cevabım olması gerektiğinden daha kabaydı ve Thomas'ı delirtmeye yetecek kadar da cesurdu. Aslına bakarsanız, ailemin beni evlendirmeyi düşünmesi muhtemel tek kişi de az önce benimle düzgün bir ilişkisi olan erkekler listesinden silinmişti. Evet, lanetlenmiş gibi, sonsuza dek yalnızdım.
"Bana görmediğini söyle, ya da gördüğün son şey bu olsun."
Bu kez fısıldayarak konuşmuştu. Bileğimi beline yakın bir yerde tutuyordu, başparmağımı bileğime bağlayan etli kısma değen keskin şeyin Thomas'ın bıçağı olduğunu düşündüm. Nefes alışverişlerim de kalp atışım gibi hızlanmıştı, bu da yeni korsemin canımı hiç olmadığı kadar acıtmasına sebep oluyordu.
Çok yakın görünmüş olmalıydık, çünkü biraz sonra nihayet abimin ismimi bağırdığını ve bana koştuğunu fark ettim.
"Sana babamı 7. perona götürmeni söyledim, ama sen burada vaktini aile dostumuz Bay Nightwing'in oğluyla flörtleşerek değerlendiriyorsun. Ne zaman uslanacaksın? Seni şehvetten uzak bir kız olarak yetiştirmeye çalıştık, ama sen her zaman yanlış yolu seçtin. Babam nerede?"
Eldivenimi keseceğini bildiğim halde, sertçe elimi çekip babamı geri getirirmiş gibi az önce onun durduğu yere baktım. Sanırım kusma isteğimi daha fazla bastırmama gerek yoktu. Babamı kaybetmiştim, yaşım geçmeden evlenmek için son şansımı yitirmiştim, kaşmir eldivenlerimi rezil etmiştim ve üstüne üstlük her üçü yüzünden de eve döndüğümde azar işitecektim. Biraz pisliğin günü daha da batırmasına imkan yoktu.
- Spoiler:
2008, New York Karakter: Sondra, 26
Soğuk, gri kaldırıma baktım. Burada yürümeyeli ne kadar zaman olmuştu? Belki aylar, belki de yıllar geçmişti. Yıllar geçtiyse zaten doğal olarak aylar da geçmişti. Kendi salaklığıma güldüm. Başımı kaldırdığımda tam da o sırada yanımdan geçen uzun dalgalı saçlara sahip adam bana bakıp gülümsedi. Kendi kendime kıkırdayarak yürüdüğüm için komik görünüyor olmalıydım. Benimle ilgili her şey komedi ve saçmalıktan ibaret değil miydi zaten? Üzerimde yavaş yavaş kayan bulutların bile bana güldüklerini rahatlıkla söyleyebilirdim. Çünkü ben buydum. Tanrı beni böyle yaratmıştı. Bunu ben değiştiremezdim ki...
Tüm yolu yürüyemeyeceğimi sonunda fark edip bir taksi çevirdim. Önce topuklularım girdi arabanın içine. Ona karşılık hoş vanilya kokusu dışarı çıktı. Sonra vücudumu kaydırdım koltuklara doğru, ve buna karşılık da taksicinin nahoş müzik zevki kulaklarımı doldurdu. “45. Caddeye.” dedim sesimin kötü çıkmamasını umarak. Çıkmamıştı da. Ama ne önemi vardı ki? Bu taksiciyi bir daha görecek miydim sanki? Aslına bakarsanız tekrar karşılaşsak buna pek ‘bir daha' denemezdi. Yüzüne bile bakmamıştım çünkü. Duruşumu hiç bozmadan gözlerimi dikiz aynasına çevirdim. Omuzlarına kadar uzanan, kahverengi ve sarı karışımı, dalgalı saçlar... Ve kahverengi gözler... Ah, gözler benimdi. Ve dehşete düşmüş gibiydiler. Az önce rastladığım adam... Bu o muydu? Çok tuhaf, diye geçirdim içinden.
Ve sonra uyandım. Hala buradaydım; küçük, havasız, dağınık evimde. Başımı kaşıyıp kolumu isteksizce yatağıma geri bıraktım. Hala onunla konuşamamıştım, üstelik her gün farklı farklı senaryolarla rüyamda görüyordum. Geçen gün ben bir garsondum, oysa müşteri. Ondan önce birlikte krep yiyorduk. Geçen hafta birlikte kayak yapmaya gitmiştik ve ondan önceki hafta da birer film karakteriydik. Yeter artık, diye geçirdim içimden. Beni onunla konuşmaktan alıkoyan neydi ki? Esneyerek ayağa kalktım. Geceliğim ayaklarımla buluştuğunda aynaya baktım. Ben buydum. Güzel, boş bir kalıp. İçim boştu. Günlerdir evden dışarı çıkmamıştım, televizyonumu izlemediğimden kaldırmıştım, bilgisayar kullanmayı eskiden de pek sevmezdim zaten. Gazete de almıyordum. Uyku düzenim hep aynıydı. Sanki yaşamıyordum. Bir bitki gibi.
Üzerimi giyip kahvaltımı ettiğimde saat öğleden sonra 2.10 olmuştu. 2.10. Bunun bana bir şey hatırlatmasını bekledim ama çabam sonuçsuzdu. Kalbim gibi beynim de boşalmıştı. Gidip pencereden dışarıyı seyretmeye karar verdim. Aslında karar verdim demek pek de doğru olmazdı, çünkü bunu her gün yapıyordum ve sanki yemekten sonraki ilk durağım gibiydi. Yediklerimi toplamadan masadan kalktım. Pencereye yöneldim. Zemin ayaklarıma hala canlı olduklarını hatırlatmak istercesine soğuktu. Gidip bir çorap alsam mı, diye düşündüm. Aman, ne önemi vardı ki. Yine o sıkıcı, monoton, boktan günlerimden birini yaşıyordum. Gidip tekrar yatsam daha iyi olurdu belki de.
Ben tam bunları düşünürken yüreğimi hoplatan bir şey oldu. Ev telefonum, o ısrarcı çınlamasıyla deliler gibi çalıyordu. Telefonumun sesini bile unutmuştum. Açıkçası sabah içeri dolan kuş sesleri dışında hiç ses olmazdı zaten bu evde.
Neredeyse koşarak telefonu açmaya gittim. Arayan oydu. Tanrım, oydu! Her sesi unuturdum, kendi sesimi bile. Ama onunki... Onunki sanki iki dağın arasından süzülen ırmağın rahatlatıcı şırıltısı gibiydi. Dudaklarının arasından havaya karışan melodi... Gözlerimden akan birkaç damla yaşın yanaklarımdaki ılıklığını hissettim. Gözlerimi kapatmıştım, sanki böyle yaparsam buradan uzaklaşıp onun yanına gidiverecekmişim gibi. Bu mutluluk dayanılmazdı, ruhum bedenimi parçalayıp çıkmak istiyordu.
"Hı?" demesiyle kendime geldim. Muhteşem, sesi öylesine muhteşemdi ki. "Aa... Efendim?" "Bu akşam diyorum, eski işyerimizin oradaki restoran. Yoksa unuttun mu?" "Hayır. Tabi. Yani. Ben. Unutmadım. Olur tabi. Evet. Geliyorum." "Peki. Görüşürüz." Dıt dıt dıt dıt, dıt dıt dıt dıt --- Telefonun ahizesini öylece yere bırakıverdim. Aramıştı. Konuşmuştuk. Duymuştum. Onu... Onu duymuştum. Beni bir yere davet etmişti. İkimiz, baş başa. Ama bir ayrıntıyı kaçırmıştım. Saat kaçtaydı?
~
Saat 10.10 olduğunda tekrar evdeydim. 10.10... Saatin kaç olduğunun bir önemi var mıydı ki? Oraya gitmiştim. Aslında tam karşıdaki kafede bir kahve alıp beklemiştim. Bir saat geçti, iki saat... Tam karşımda, restorana akın akın insanlar doluyordu. Hepsi aynı yaşlardaydı, benim gibi, onun gibi. Geldiğimden beri kıpırdamadan duruyordum. Elimde kahva fincanı buz gibi olmuştu.
Ve sonra onu gördüm. Yanında sarışın, güzel giyimli bir bayan vardı. Aslında yanında sayılmazdı, neredeyse pantolonunun içindeydi. Kahvemden bir yudum aldım. Hala aynı yüz ifadesine sahiptim. Sabah uyandığımdakine. Buraya geldiğimdekine. Onunla konuştuğumdakine değil. Kahvenin tadı iğrenç geldi, soğuktu, şekersizdi... Fincanı sertçe masaya bıraktım. Garson hemen dibimde bitiverdi.
“Yenilememi ister misiniz?”
Cevap vermedim. Hala izliyordum. Kadın havaya bakıp şuh bir kahkaha attı. Kahkahasını onun ağzında devam ettirmek istemiş olmalıydı ki hemen ardından deli gibi öpüşmeye başladılar.
“Hayır, gidiyordum zaten.”
Cüzdanımdaki tüm parayı masaya bıraktım. Sayacak vaktim yoktu. Ya da aslında vardı, bolca vardı.
~
“Neredeydin? Doğum günü partimi sensiz geçirmek istemezdim. Bir sorun yok ya? Eğer kendini kötü hissediyorsan bir doktora gidebiliriz. Ya da ayrılmamız mı sorun? Dostça ayrılmıştık. Hatırlasana. Bana kin beslemene gerek yok.”
Sonlara doğru sesi boğuklaşıyordu. Tekrar tekrar dinledim. Geri aramadım. Ahizeyi onunla buluşmaya gitmeden önce yerine koymuştum. Neden koymuştum ki sanki? Neden söküp atmamıştım? Eğer kabloları koparsaydım, şu an bunu duyuyor olmazdım.
Hışımla, yaslanıp ağladığım komidini yalnız bıraktım ve ecza dolabıma gidip tüm ilaçları ağzıma tıktım. Rengarenk, küçük, büyük... Çok güzeldiler. Ama güzel olan her şeye bir nefretim vardı. Onlar da benimle birlikte eriyip gitmeliydiler. Bu dünyada güzel olan yalnızca ben kalmalıydım. Onun seçim şansı olmamalıydı. Sadece ben. Çünkü seçimi ona bırakırsam, beni seçmeyeceğini biliyordum. Benimle yalnızca dalga geçmek için birlikte olurdu.
Çünkü ben buydum. Benimle ilgili her şey komedi ve saçmalıktan ibaretti.
| |
|
Su Mabeynci Admin | Özel Karakter | Özel Ant Lisesi 12. Sınıf
Cinsiyet : Mesaj Sayısı : 113 Points : 151 Doğum tarihi : 06/05/93 Kayıt tarihi : 02/08/10 Yaş : 31
Kişi sayfası Rp Puanı: (100/100)
| |